15 Şubat 2017 Çarşamba

Kur'an ile Çelişmeyen, Rivayeten Gelen Bilgilere Yaklaşımımız Ne Olmalı?

RİVAYETEN GELEN SÖYLENTİLERİN GÜVENİLMEZ OLDUĞUNA RABBİMİZ ÖRNEK VERİYOR

Allah, dini anlama metotlarına dair pek çok ayet iletmiştir.

Popülerliğini koruyan tartışma konularından biri de, Kur’an’da bahsedilmeyen, bize rivayet yolu ile ulaşmış bilgilere –daha doğrusu söylentilere- ne derece güveneceğimizdir. Rivayet demek, adı üstünde söylentidir, insandan insana söylenerek kimi zaman bu söylentilerin yazılarak diğer nesillere iletilmesi demektir.

Allah, rivayet yolu ile insanların birbirlerine söylentiler iletmesine dair bakış açımızın ne olması gerektiğini pek çok ayetle örneklendirmiş, bunlardan biri de şu ayet:

Diyecekler ki, onlar üçtür dördüncüsü köpekleridir. Yine diyeceklerdir ki, onlar beştir, altıncıları köpekleridir. Yahut onlar yedidir, sekizincileri köpekleridir. Bütün bunlar gaybı taşlamaktır. Sen de ki: Onların sayısını en iyi bilen Rabbimdir. İnsanlardan ise pek azı onları bilir. Onun için, onlar hakkında yüzeysel bir tartışma dışında çekişmeye girme. Hiç kimseden de, onlar hakkında bir şey sorma. (Kehf Suresi, 22.ayet)

Bu ayet, eski zamanda yaşanmış bir olay hakkında bazı şeyler bildirdiği gibi, Ashab-ı Kehf üzerinden de günümüze dair, hayatımıza dair çıkaracağımız dersler iletmekte. Allah, Kur’an’da düşünmemiz üzerine, bize yol gösterici olmaları adına örnekler indirdiğini bize bildirmiş. (Bkz: Kehf 54.ayet) Öyleyse bu ayeti sadece Ashab-ı Kehf’in sayısının ne olduğuna dair tartışmaların güvenilmez oluşu adına değil, buna benzer tüm tartışmalara yaklaşımımız adına öğüt olarak alabiliriz. Ayette özellikle rivayet usulüne dikkat çekiliyor.
Allah, insanların bazı konularda, farklı farklı söylentiler ortaya atabileceklerine ve gerçek dışı söylentilerin yayılabileceğine dikkat çekiyor.

Ayette yaşanan olayın örneklerini başka dini bilgiler edinmede görebilir miyiz? Elbette… Örneğin hadisler içinde, Peygamber zamanında kaç hafız vardı ya da Peygamberin cenazesine kaç kişi geldi gibi konularda farklı farklı hadislerin nakledilmesi bu duruma bir örnek.

Allah Ashab-ı Kehf örneği üzerinden, aslında insanların rivayeten ilettikleri sözlere kesinlik gözü ile bakılmaması gerektiğine, gerçeğe dair net bilgiyi kendisinin bildiğine dikkat çekiyor. İnsanların bu konuda tek bir sayıyı söylediklerine yer verebilir, diğer iddialara yer vermeyebilirdi. Ayetin esas konusu, insanlar tarafından gerçekten sapan söylentilerin üretilebilmesi.
Ayetin temelinde, insanlardan bize ulaştırılan söylentilerin yani rivayetlerin kesinlik teşkil etmediğinin, doğruyu bilmede bir anlamı olmadığının örneği var.
Hadis kitapları Peygamberin ölümünden 200-300 yıl sonra, insanlar arasındaki söylentilerin derlenmesi ile oluşturulmuştur. İçlerinde hem birbiri ile çelişen hadisler olduğu gibi, Kur’an’ın apaçık hükümleri ile çelişen hadisler de mevcuttur.

İnsanlardan edinilen söylenti bilgilerin doğru olmayabildiği, gerçek bilgiyi ancak Allah’tan öğrenebileceğimizi de gene Kehf Suresi 22.ayetten çıkarmaktayız. Özellikle, dini anlamı olabilecek konularda izlememiz gerekli yol bu olmalıdır. Ayette de bahsedilen kişiler dini anlamda değeri olan kişiler. Dinimizde şahitlik gibi bir hukuk yöntemi de var, bununla rivayet yöntemi karıştırılmamalı. Şahitlik yöntemi yaşadığımız döneme has olaylar için yapılıyor, yani bir olaydan iki yüz sene sonra insanlar arasındaki söylentilerin toplandığı bir yöntem değil. Şahitlik hukukunda bire bir şahide başvurup bir sıkıntı çözüme ulaştırılmakta ya da bir sıkıntının önlemi alınmaktadır. Rivayet yönteminde ise şahitten duyduk denilerek, araya başka aracıların ve zamanın girmesi söz konusu. Şahitlik yönteminde de güvenilmez-çelişkili beyanlar, şahitlerin ifadelerini geçersiz kıldığı gibi; rivayeten gelen söylentileri inceleyerek, hadis beyanlarının çelişkilerini ve güvenilmezliğini görmemiz mümkün.

KURAN İLE ÇELİŞEN BİR HADİSİN İFTİRA OLDUĞUNU ANLAYABİLİRİZ, ÇELİŞMEYENLERİ NE YAPACAĞIZ?

Dört halife zamanında beş yüz sayıda hadisin bilindiği rivayet ediliyor. Sahih hadisin kaç tane olduğu, hangileri olduğuna dair de tutarsızlık hakim. 500 hadis nerede şimdi ki yüzlerce hadis nerede… Nasıl oluyor da dört halifeden sonra böyle bir artış oluyor? 

Rivayetleri 2 türlü ele alabiliriz.

1.si Kuran ile çelişen rivayetler. Bunların iftira olduğunu anlıyoruz.
Kur’an hükümleri ile çelişen pek çok davranışı, Peygamberin yaptığına dair (9 yaşında çocukla evlendiği hadisi gibi) söylentiler de iletilmiş. Buna benzer söylentilerin yüzde yüz yalan olduğunu, Peygamberin Kur’an’a aykırı olan, yanlış olan bir şeyi yapmayacağından ötürü iftira olduklarını anlayabiliriz. (Peygamber 9 yaşında çocukla evlenmiş midir konusunu merak edenler şu yazıyı okuyabilir: http://evrendepinar.blogspot.com.tr/2016/11/kurana-gore-evlilik-yas-ne-olmal-talak.html)

2.si Peygamberin kaç çocuğu olduğu gibi Kuran ile çelişmeyen rivayetler…

Peygamberin kaç eşi olduğu, kaç çocuğu olduğu, saç şeklinin ne olduğu, önce hangi ayağını meshettiği, kaç rekat namaz kıldığı, daha çok hangi renk giysi kullandığı, kaç tane evi olduğu, mal-mülkünün sayıları gibi bilgilerin de insanlar arasında iki asır sonra söylenti ile farklılaşabileceği ve din gibi bir alanın çıkarlardan ötürü kolaylıkla suiistimal edilebileceğini de düşünmek zor değil. Hele ki Peygamberin ölümünden kaç on yıl sonradan bahsediyoruz. En basit görünen bir rivayeti ele alalım… Günümüzde dizilerde kullanılan bir toka şekli ticarete mal edilirken, Peygamber sürme sürüyordu denilerek, sürmenin satışını arttırmaya çalışan çıkarcılar olamaz mı?

Peygamberin 5 çocuğu var, 20 çocuğu var, sürme sürüyordu, saçını örüyordu gibi iddialar, Kuran ile çelişmiyor. Kur’an’da bu tarz iddialarla çelişen bir ayet bulamayız. Bu tarz, Kuran ile çelişmeyen hadis dediğimiz rivayetleri yani insanların söylentilerini, kesin doğruymuş gözüyle almamamız gerektiğini de, Kehf Suresi 22.ayetten çıkarabiliriz.

Peygamberin kaç çocuğu olduğu ya da hangi renk giysileri en çok sevdiği, saçını ne şekilde yaptığı, gözüne sürme sürüp sürmediği gibi, Kur’an’da yer almayan bilgilerden de bu yüzden sorumlu değiliz. Bu konularda ancak insanlardan ulaşan söylentilerin ne olduğuna bakabiliriz. İnsanlardan gelen söylentilerin ise doğru olup-olmadığına ulaşmamız mümkün değildir. Öyleyse bu tarz konulara, doğrusunu Allah bilir, biz yüzde yüz bilemeyiz gözü ile bakmalıyız.

Günümüz internet ortamında, herhangi bir sözün Mevlana’ya aitmiş gibi insanlar arasında yayıldığını görmekteyiz. Geçenlerde magazinsel bir kişi, internet ortamında 20 yıldır bir şiirin kendisine aitmiş gibi yayıldığından bahsetti ve bu şiiri kendisinin yazdığını yalanladı. Yalanlayamadan ölebilirdi. Kendisinden sonra gelecek nesillere, kendisi ile alakası olmayan sözler, ona aitmiş gibi yayılabilirdi. Ayrıca, yalanlamasına rağmen, gelecek nesillere bu şekilde öğretilebilir. İnternet ortamından bu sözü bizzat atıf yapılan kişinin reddettiğine ileriki nesiller ulaşabilir, bu tarz teknolojik imkanların olmadığı yüzlerce yıl öncesinden bahsedersek, durumun vahimliği ortada…

Kuran ile hem de birbirleri ile çelişen hadisleri iletenlerle; Kuran ile çelişmeyen hadisleri iletenler -Peygamberin saçını iki yandan ördüğü hadisi gibi- aynı kişiler ve iletme yöntemleri de aynı. Hal böyle iken, Kuran ile çelişmeyen hadislere nasıl güveneceğiz? Bu yüzden, hadisleri ayıklayalım fikri de mantıklı değil, çünkü komple hadis rivayet sisteminin güvenilmez olduğu ortada. Daha önce de söyledim, bir söz sırf Kuran ile çelişmiyor diye, Peygamberin yüzde yüz söylediği bilinemez. Kuran ile çelişmeyen bir sürü söz herhangi bir kitapta yer alabiliyorsa, hadis kaynakları içinde de yer alabilir.

Bazı konular hakkında tek bir ortak beyanın olması da o beyanı güvenilir kılmaz. Zıttı beyanların bu hadis kitaplarının içine koyulmadığını nereden bileceğiz? Zıttı beyanlarda bulunanların iddiaları belki yeterince yayılmadı? Neticede Peygamberin ve Peygamberi görenlerin ölümünden iki asır sonrasından bahsediyoruz. 200 sene sonra, vaktinde 500 tane hadis vardı denilen, binlerce söz havuzunun içinden gerçek olanlar nasıl seçilebilir?

Allah bilmediğimiz konuların peşine düşmememiz gerektiğini de bizlere bildirmiş. Biz Peygamberin hangi renk giysiyi tercih ettiği bilgisine, dini anlamda, yüzde yüz kesin kaynak olan Kur’an’da bulamayız. Söylentileri karıştırsak da bu söylentilerin doğruluğunu da bilemeyeceğimizden özetle bilmediğimiz bilgileri takip edip durmuş oluruz. İşte, Allah, bilgimizin olmadığı konuları takip etmememiz gerektiğini de emretmiş:

Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme. (İsra Suresi, 36.ayet)

Kur’an üzerinde ve mantıklı bir şekilde düşündükçe; rivayeten gelen ve Kuran ile çelişmeyen hadislerin de aslında doğru bilgi olarak görülmemesi gerektiği sonucu çıkıyor.

Öyleyse, doğruluğunun ne olduğu belli olmayan konulardan, dini görevler-sorumluluklar çıkarmaya çalışmalıyım. Kur’an’da yer almayan söylentilerin bize yol gösterici olabileceği zannından vazgeçelim. Bu rivayetleri, Kur’an’ın açıklayıcısı gibi görmeyelim.

4 Şubat 2017 Cumartesi

Musa Çobandı, Süleyman Kraldı... Allah Katında Üstünlüğümüz Dünyadaki Statümüz Değil, Takvamızdır.

Kuran kıssaları çok hassas mesajlarla doludur. Üzerine düşündükçe çeşitli dersler çıkarmak mümkündür. Allah, O’nun huzurunda insanların cinsiyete, zenginlik-fakirliğe göre, yaşa göre, mesleğe, ırklarına göre değil; sadece takvalarına göre derecelendirildiklerini bizlere bildirmiştir. (Bkz: Hucurat 13) Bildirmekle kalmamış, bize yaşamlarını örnek gösterdiği Peygamberlerin bazıları hakkında ayrıntılı bilgiler vererek bu konu üzerinde de düşünmemizi sağlamış.

Yusuf Peygamberin bir evde hizmetli olduğunu, babası Yakup Peygamberin çobanlıkla uğraştığını, Musa Peygamberimizin sarayda yetiştirilmiş bir genç olmasına rağmen ileriki yıllarda aranılan bir suçlu olduğu ve evlenerek bir yerde birkaç yıl çobanlık yaptığını, Süleyman Peygamberimizin ise çok büyük bir devleti miras alıp Kral olduğu gibi ayrıntıları; Kuran bize bildirmiştir.

Yusuf Peygamberimiz, hizmetli olduğu dönemde, toplumunun içinde düşük statülü bir konumdaydı. Musa Peygamberimiz de çobanlık yaptığı dönemde toplumunun ileri gelenlerinden olmadığını –statü, makam, zenginlik anlamında- anlayabiliriz. Süleyman Peygamberimizin ise Kral olarak toplumunun içinde en yüksek görülen dünyevi makama ulaştığını düşünmek mümkündür.

Buradan çıkarılacak bir sürü sonuç elbette vardır, bunlardan biri, müminlere dünyaya değil önce ahirete yatırım yapmaları gerektiğini, Allah katında onu üstün kılan şeyin TAKVA olduğunu hatırlatmaktır.

Bence bir başka önemli sonuçta, insanlara dünyevi statülerine göre değil, takvalarına göre yaklaşmamızın bizim için çok daha hayırlı sonuçlar doğuracağıdır. İnsanlarla kurduğumuz yakınlıkların bizim manevi dünyalarımıza bazı katkıları veya zararları olur. Allah’tan sakınma duygusu öyle bir duygudur ki, cebindeki paraya, kariyere, okunulan okula, insanların sana olan saygısına filan bakmaz. Kalp ve akıl işidir.

Eski zamanlarda tüccarlar ve krallar halkın ileri gelenleri konumundaydı. Şimdi hem zenginlik yüksek bir makam olarak görüldüğü gibi, okunulan okullar ve kariyer ile de toplumunun ileri gelenlerinden sayılmak mümkün. Okunulan okul, alınan eğitime denk görülüyor. Halbuki gerçekte eğitimli birey demek, ahlaklı, diğer canlıların haklarına saygılı, insancıl, iyilikten yana vs demek olmalı; çünkü bir sürü yüksek dereceli okulları bitirip bir o kadar topluma zararlı, saygısız, kötü insan da var. Allah kitap yüklü eşekler diye bir tabir kullanmıştır Kur’an’da (Bkz: Cuma 5). Bir insan size çok çeşitli alanlarda muazzam bir şekilde kendini geliştirdiğini, bilgi sahibi olduğunu gösterebilir, böyle insanlara toplumumuz kültürlü der. Kur’an açısından ise, gerçek ilim sahipleri, kalbini ve aklını Allah yolunda çalıştırmış, sorgulamış, Allah’ın kitabını öğrenme yolunda doldurmuş kişidir; görüldüğü üzere ilim sahibi olmak hangi diplomaya sahip olunduğuna göre değil, Allah’ın kitabını öğrenme konusunda ne kadar çaba gösterildiğine bağlıdır.

Toplumumuzda bir salona girildiğinde, belki hırsızsınız, belki dünyanın en şeref yoksunu işlerini yapmış birisiniz; eğer cüzdanınız dolu ise insanlar size ahlakınıza göre değil cüzdanınıza göre, servetinize göre saygı gösterir. Pahalı bir giysi mağazasında çalışanlar size ne iş yaptığınıza, ahlakınıza göre değil, tamamen zengin olduğunuz ve alışveriş yapabildiğiniz için saygılı davranır. Allah katında ise tüm bu anlattığım adaletsizliklerin yeri yoktur. Allah bizi, kotumuzun markasına, diplomamıza, cinsiyetimize, hesap cüzdanımıza göre değil TAKVAMIZA göre değerlendirir.

Maalesef bazen, Allah yolunda çalışanlarda bile, bu önyargılı yaklaşımları sezebiliyorum. İnsanlar arasında şöhret, statü, dünyevi derecelerimiz; bize yaklaşımları ve bize karşı davranışlarında çok çok etkili olabiliyor–farkında olabilirler, olmayabilirler- Hayata çok zengin bir ailenin oğlu olarak başlamanız, yahut çok ekstrem bir mevkide yer almanız; sizi takva yolunda gayret göstermek isteyenler arasında dahi daha şöhretli kılabilir. Elbette burada müminlerin kendi benliklerini sorgulaması gerekir. Çünkü, bize takvamız yönünde kimin çok güzel etkisi olacağını, kimin ilim derecemize güzel katkılar yapacağını biz bilemeyiz. Allah yolunda 10 dakika sohbet etme imkanı olduğunda, gönlümüz sohbetin manevi doyuruculuğundan ziyade, bir belediye işçisindense daha yüksek mevkideki bir insana kayıyorsa; kendimizi sorgulamamız gerekir. Müminlerin, kardeşleri arasında dünyevi statülere göre değil, kendisine kattıkları yönünde değerlendirme yapması gerekir. Çünkü, hayırlı ilişkilerin temelini adil yaklaşım tarzı oluşturur.

Bu bahsettiğim konuda, Kuran okurken düşünmek adına hayali bir örnek oluşturdum. Süleyman Peygamberin ve Musa Peygamberin aynı dönemde yaşadıklarını farz edelim. Bizim de onların dönemine denk geldiğimizi hayal edelim. Diyelim ki, Süleyman Peygamberimize Krallığı döneminde denk gelme ve sohbet etme imkanımız oldu; Musa Peygamberimize de bir seyahat esnasında çobanlık yaparken denk geldik (Yahut hizmetli olmuş Yusuf Peygambere). Henüz ikisinin de Peygamberliğinin açığa çıkmamış olduğu bir dönem olsun, yani Peygamber olduklarını filan bilmiyoruz, ama mümin yönlerini de göz önünde bulundurduk diyelim. İşte tam da bu anlattığım noktada insanları konuşmalarına göre değerlendirdiklerini düşünen insanların çoğunun; Süleyman Peygamberi çok daha tatlı bulacakları görüşündeyim. Süleyman Peygamberi takip etmek isteyecekler, onunla daha yakın olmak isteyecekler, Süleyman Peygamberin kendilerine gösterdiği yakınlığı ve ilgiyi daha değerli görecekler, onun sözlerinden daha fazla yararlanmayı isteyecekler. Konu manevi bir şeyler katma olsa dahi, istek manevi dostluk kurma olsa bile daha fazla güvenecekler en azından yüksek statülü biriyle yakınlık kurulduğunda daha fazla değerli olduklarını daha önemli bir dostluk kurduklarını düşünecekler… Müminlerden bahsetmiyorum burada, genel olarak insanlarda gözlemlenen bir tutumdan bahsediyorum, mümin olan insanlarda da böyle hatalar olabilir. Müminler de farkında olmadan böyle ayrımlar yapıyor olabilir. Bizlerin insanlara yaklaşımda daha adil bir tutum sergilememiz gerekir. Bir insanın kendimiz için değerli olduğunu, statüsüne göre değil de takvasına göre olduğunu düşünüyorsak ve hissettirebiliyorsak, hayırlı kazanımlar yönünden bir sıfır ilerlemişiz demektir.

Halkımızda da bu bahsettiğim davranışı en basit bir örnekte görebilirsiniz. Bir politikacı, ünlü bir sporcu, çevrelerinde daha sıradan gördükleri statüdeki insanlardan çok daha sevimli ve övgüye-beğenilmeye değer gelir. Güzelliğin bile önemi kalmaz, statü öyle bir şeydir ki güzelliğiniz normal seviyede bile olsa, sizi bir anda diğer insanlardan çok daha havalı yapar. Tabi burada insanlara güzelliklerine göre daha fazla saygı duyalım, insanlarla fiziki güzelliklerine göre dost olalım demiyorum. Bir insanın yüzünü fiziken güzel bulmadık diye, nasıl ki onu elinde olmayan bir şeyden ötürü aşağı görmeye hakkımız yoksa bu adaletsiz bir tutum olacaksa; başka bir insanı da sırf güzelliğinden ötürü saygınlaştırmak da adaletsiz bir tutum olacaktır. Bizler, mümin olmak istiyorsak, insanları en karizmatik yapan şeyin, Allah’a bağlılık duygusu olduğunu idrak etmeliyiz. Etmeliyiz ki, hayatımızda Allah’ın gösterdiği değerler daha da merkezde olsun. Allah’ın öğütlerini yerine getirmede başarılı olalım. Bu gerçeği idrak edelim ki, Allah’ın verebileceği hayırlara daha da layık olalım. Sevdiğim biri, “insanları yüzlerinin güzelliğine göre, seslerinin güzelliğine göre değil; Allah’a gösterdiği yakınlıklarına göre sevmeli müminler” demişti. Böyle yapmalıyız ki, daha adil tutumlar sergileyelim, Allah’ın hayırlarına daha açık olalım, birilerini bu sebeplerden sevimli görürken diğer insanları farkında olmadan aşağı görmeyelim.

Dini tebliğ etmeye çalışan insanları görüp, bazılarını sırf sesini beğenmedikleri için aşağı gören, sırf bu yüzden bazısını beğenmeyenler görüyorum. (Kaba bir şekilde tebliğ yapanları beğenmemekten bahsetmiyorum sırf ses güzelliğinden ötürü aşağı görmekten bahsediyorum.) Halbuki, biz bir insanı ilim açısından dinliyorsak ilmini değerlendirmeliyiz, sesinin güzelliğinden ötürü zaten aşağı görmemeliyiz.

Kimin en çok hidayet sahibini olduğunu yalnızca Rabbimizin bildiği bildirilmiş. (Bkz: Enam 117) Öyleyse insanlara sırf isimlerinin önündeki unvandan ötürü, daha düşük statüdeki bir kardeşimizden daha saygıya değerlermiş gibi davranmayalım. Dostluklarımızı kurarken eğer ki bizlere katacakları ilimlere ve takvalarımıza verecekleri katkıyı hesaba katıyorsak; bu katkının dünyevi statülerinden bağımsız olduğunu, bize manevi katkının kimden geleceğini en iyi Rabbimizin bildiğini unutmayalım:

Katından kimin hidayet getireceğini ve bu yurdun sonunun kimin olacağını Rabbim daha iyi bilir. Şu bir gerçek ki zalimler iflah olmazlar. (Kasas Suresi, 37.ayet)

Bize güzel katkıları toplumumuzda eski zamanların çoban statüsüne denk gelen biri de yapabilir, eski zamanların kral statüsüne denk gelen biri de. Eğer ki biz, dünyevi şeyleri sevimli bularak, Musa Peygamber gibi çok yüksek takvalı bir kardeşimizi statüye verdiğimiz değerle kaybeder, onu önemsemezsek; insanlardan alabileceğimiz güzel katkıları kaybedebiliriz. Düşünsenize, gerçekten de anlattığım örnekte olduğu gibi, dünyevi bir zaafa kapılıp, bir insanı sırf çoban diye bir iki hoş sohbet yapıp o kadar da kale almadığımızı, daha sonra da o insanın PEYGAMBER çıktığını yahut PEYGAMBER TAKVASINDA ALLAH KATINDA MEĞERSE ÇOK DEĞERLİ bir insan olduğunu düşünelim. (Tabi bu saatten sonra Ahzab 40’dan yola çıkarak Peygamber filan gelmeyecek, anlatmak istediğimi size ulaştırmak için eski zamanlarda yaşadığınızı varsayın) Eminim Allah vicdanımızı temizlediyse, çok çok utanırdık. Eğer bir insanı sırf statüsünden ötürü farkında olmayarak aşağı hor görüyorsak, statüsü yüksek bir mümini daha sevimli görüyorsak daha yakınlığa değer görüyorsak, kendimizi sorgulamamız gerekir. Allah türlü olaylarla, bizi kalbimizdeki bu tutumla yüzleştirebilir ve utanabiliriz.
Musa çobandı, Süleyman Kraldı derken anlatmaya çalıştığım gerçek bunlar, insanlara olan tutumlarımız ve haksız tavırlarımız...

Allah yolunda yaşayan insanlar da bile, sırf statüsü düşük biriyle muhatap olurken, konuşmalarına daha az dikkat ettiklerini saygıyı bozarak konuşabildiklerini gördüm. Evlenirken, güzellik-makam mevki gibi kıstasları da değerlendirebileceğimizi Kuran üzerinde görebiliriz (en hayırlı olan evliliğin Allah yolunda kazanacağımız çıkara göre olduğunu idrak etmekle birlikte, Kur’an’a göre evlilik anlamında başka kıstaslara ve amaçlara göre de hareket edebiliriz.)

Toplumsal ilişkilerde ise, insanlar arasında zenginlik-fakirliğe göre değil adalet kıstası ile hareket etmemizin emredildiğini, müminlerin statü ayırt etmeksizin kardeş ilan edildiklerini görebiliriz. (Bkz: Nisa 135, Hucurat 10) Biz farkında değiliz ama Allah bizi değişik olaylar yaşatarak benliğimizle yüzleştiriyor. Burada şöyle şeyler gördüm derken, kendimi aklamıyorum, ben süperim de demiyorum; bunlar kendime de yaptığım hatırlatmalar. Savaşta birlikte saf tutarak savaşan müminlerin ya da mescitte birlikte ibadet edenlerin; statülerinin değil Allah’a karşı duygularının ortak noktası olması gerçeği ile insanlara yaklaşımımızı tekrar sorgulayalım diyorum. İnsanları ahirette onura ne kadar layık olduklarını açığa çıkartacak şey Allah’a yakınlıklarıdır. Biz de dünyada yaşarken sırf dünyevi statülerden ötürü kimi insanlar daha az insan onurunu ve saygıyı hak ediyor gibi davranmayalım. Gerçek müminler insanlara saygılı davranmada statü ayırt etmezler. Patron da olsa çalışanına saygılı olması gerektiğini, hizmet aldığı bir elemana da saygı duyması gerektiğini bilir. Allah katında dünyevi statülerimizin önemi yok. Allah tarafından toplumsal barışı ve huzuru sağlama konusunda, toplum içinde insani anlamda her birimizin değer ve saygı görmemiz yönünde bir din indirilmiş çok şükür ki. Yaşı büyük bir mümin, otomatikman daha ilim sahibi veya takvalı olmuyor mesela. Toplumumuz içindeki haksız algıları yerle bir eden bir kitabımız var, çok şükür.

Dünyevi statülerle birbirini ezen, hor gören insanların varlığına rağmen; bu yazının en önemli anlatmaya çalıştığı şey, hem kendimizi hem de başkalarını dünyevi statülere göre değerlendirmememiz gerektiğidir. Her konumdaki insanın, saygıya ve yakınlığa (Allah yolundalarsa dostluğa) layık olabileceğidir. Adil bir tutumla, insanlar arasında zengin-fakir, kariyer sahibi-kariyeri düşük gibi değerlendirmelere girmememiz gerektiğidir. Eğer ciddi anlamda Allah yolunda dost olarak insanlara yaklaşıyorsak, onların statülerinin değil; Allah yolunda yansıttıkları çabaların bizim için hayırlı olabileceğini görmemizdir. Bir de bu yazının konusu dünyevi statüler için değil, en önce Allah katındaki statümüz yani takvamız için çalışmamız gerektiğidir.


Konuyla alakalı yeri gelmişken, müminler, inkarcı-müşrik kimselerle dost olabilir mi sorusu hakkında şu detaylı çalışmamı okuyabilirsiniz: http://evrendepinar.blogspot.com.tr/2016/04/inkarc-kafir-allaha-dine-inanmayan.html