28 Mayıs 2016 Cumartesi

İyi İnsan Nasıl Olur? Allah'ı Umursayan Kurtulur...

Ontoloji: Varlık anlayışı

Pek çok insan için, “iyi bir insan” dendiğine şahit oluruz. Elle tutulur, gözle görülür günahlar işlemeyen ama gündelik hayatında da Allah’ın konu bile olmadığı insanlar vardır bu tanımın içinde. Elbette bizim iyi insan dediklerimizden daha kötü insanlar doludur etrafta. İftiracı, dolandırıcı, hak yiyen, kibrinden ötürü başkalarını aşağı gören insanlar, çoğunluk tarafından kötü diye adlandırılır. Oysa, o çoğunluğun içindeki çoğunluğun da özel hayatında kimsenin göremediği çarpıklıklar vardır.

Elbette Allah’ı inkar eden ya da Allah’ı umursamayan insanlardan kötü davranışlar görmeyebiliriz. Lakin, “gerçekten ahlaklı insan olmak nedir?” bunu tartışmakla ancak onların iyi olup olmadığına karar verebiliriz. Akıl sahipleri için görebilecekleri gerçek şudur, Allah yoksa ahlak kavramı yoktur ve ahlak belirsizdir. Ahlak ancak ciddi bir merci ile temellendirilebilir.

Dinsiz olunca haliyle belirli bir ahlak yasası olmayacağından, her davranışın olabilirliği, kişiden kişiye değişebilir. Ensest (Aile içi cinsel ilişki) gibi… Neden yakalanma ihtimalim yoksa başkasının 1000 lirasını çalmayayım, neden vicdan sahibi olayım, neden kötü dediğim duyguları dinlemeyeyim, neden buna kötü diyeyim, neden vicdanım var gibi sorularla devam eder bu ahlakın belirsizlik problemi. Bunları söylediğimizde, bu soruları beğenmeyip, “Allah olmasa demek ki annenle birlikte olacaksın?” gibi kendilerince karşı çıkışta bulunuyorlar. Bu karşı çıkışın bile ne kadar komik kaldığını, bu karşı çıkışın nasıl temelsiz bir görüşle dile getirildiğini çünkü; ateist ontolojisinde ahlak diye bir kavramın yer bulamayacağını bir türlü anlayamıyorlar.

Kuran’a göre bir insanın iyi bir insan olması için hem yapmaması gerekenler hem de yapması gerekenler vardır. Üstelik de iyi insan; bunları belli bir temele dayandırarak yapan kişidir. O temelde, elbette, ahlakın belirli bir kavram olarak yaşayabileceği vahiy bildirisi ile oluşturulur.

Kuran’a baktığımızda, gerçekten iyi olan kimselerin taşıdığı pek çok vasıf vardır. Bunların en başında sayılan özellikler ise aslında iyi davranışları vahiy ile temellendirmektir. İşte bu yüzden, gerçekten iyi olan insanlar önce Allah’ı umursayan, O’nun getirdiği mesajın anlamına kulaklarını açmış, yasakladıklarından titizlikle kaçan, buyruklarını ise gereğince yerine getirmeye çalışan insanlardır. Onlar, şeytandan kötü bir görüntü verildiğinde, bu şeytandandır bana ne ki, deyip yüz çevirmeyi bilirler. (Bkz: Araf Suresi 200.ayet)

Allah, insanları kendisine kulluk etmek için yarattığını bildirir. (Bkz: Zariyat Suresi 56.ayet)


Ben, cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.(Zariyat Suresi, 56.ayet)

Bu yüzden en doğru şekilde yaşayan insan, en önce kulluk bilincinin farkında olan ve bunu yerine getiren insan olacaktır. Pek çok kişinin iyi insan dediklerine baktığımızda, Allah’a kulluk etmek gibi bir gayelerinin olmadığını görürüz. Elbette kulluk etmenin içine sadece namaz kılmak değil, başkasına iftira etmemek gibi şeyler de giriyor. Bu bazı iyi insan denilen insanlar, Allah’a inandığını belirtir belki bir iki dua ederler, ama inançlarının gereğini yapmazlar, Kuran’ın bildirdiklerine sıkı sıkıya sarılmazlar, sanki Allah yokmuşçasına umursamazca yaşamlarına devam ederler.

Bir insan bize kibar, saygılı davranabilir. Bu elbette iyi bir şeydir, Allah’ın bazı yasakladıklarından kaçabilirler, hatta kötülük de işlemeyebilirler. Belirttiğimiz gibi, tüm bunları yaparken Allah’ın varlığının bilinci ile Allah rızasını hedefleyip isteyerek yapan insanın ahlakı temelli olacağından, belirli bir temelde yaşadığı için en tutarlı hayatı o süreceğinden, iyi insan olmada en samimi insan o olacaktır.

İyi insan önce Allah’a inanır ama en önemlisi ise, Allah’ı umursar.

Kuran’ı okur, ahireti, Allah rızasını her gün aklına getirir, ibadet eder, hal ve davranışlarını dünyada birileri tarafından sayılmak ve sevilmek hedefi ile (gizli ego savaşı ile) değil önce Allah’tan çekinerek düzeltir. Böylece de, hem kendi hayatının huzuru hem toplumsal hayatın huzuru için faydalı olanı kazanmış olur.

Tüm bu gerçekler Kuran’da şu ayet ile anlatılmıştır:

İyilik, yüzünüzü doğuya ve batıya çevirmeniz değildir. Asıl iyilik; Allah’a, Ahiret gününe, meleklere, kitaba iman edenin; malını çok sevmesine rağmen onu yakınlarına, yetimlere, muhtaçlara, yolda kalmışlara, köleleri özgürlüğe kavuşturmaya verenin; namazı dosdoğru kılanın, zekatı verenin, sözleştiği zaman gereğini yerine getirenin; sıkıntıda, darlıkta, savaşın kızıştığı anda sabır gösterenin eyleminden oluşur. İşte bunlardır doğru olanlar, sakınanlar da bunlardır.
(Bakara Suresi, 177.ayet)

Cennete kimin layık olduğu da şu ayette belirtilmiştir:

Yoksa siz, Allah içinizden yolunda uğraşıp didinenleri seçmeden, sabredenleri seçmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? 
(Ali İmran Suresi, 142.ayet)

Aykırılık dövme yaptırmak, yırtık kot giymekle değil; çoğunluğun normallerini aşarak edinilir. Tüm normaller her çağda, her toplulukta değişebildiğine göre; çoğunluktan aykırı olanların normalleri de asla değişmez olmalıdır. Asla değişmeyecek olan normaller de asla değişmeyecek belirli ahlak ilkeleri de bellidir: Kuran.


Allah günahkar birini affedebilir. Lakin Kuran’ın bildirdiği iyi insan profili ve kurtuluş anahtarı belli. Bu anahtar da Allah’ı umursamaktır!

15 Mayıs 2016 Pazar

Organ Bağışı Dinen Sakıncalı mı? Kul Kabirde Azap Duyar mı? Allah'ın Diriltme Gücü...

Kuran’da organ bağışının yasak olduğunu düşündürtecek tek bir ayet yoktur. Tam tersine, organ bağışının hayra ve iyiliğe yönelik bir fiil olduğunu anlamamıza yönelik ayetler vardır.
Ve kim bir kişiye hayat verirse insanlara toptan hayat vermiş gibidir.
(Maide Suresi, 32.ayet)
Üstelik, Kuran’a göre sadece müminlere değil, her topluluğa iyilik yapabiliriz. Açıkça bize karşı savaş açmadıkları müddetçe…
Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Allah, adaleti ayakta tutanları sever.
(Mümtehine Suresi, 8.ayet)
Organ bağışının haram olduğunu düşündürten fikirler, Kuran açısından baktığımızda, oldukça saçma. Organlarını bağış eden bir insanın (haşa) acı çekeceği gibi, tamamen Kuran’la çelişen iddialar ortaya atılıyor. Daha da ileri gidip, eğer organlarımı bağış edersem, dirildiğim vakit eksik vücutlu dirilirim ya da Allah beni tekrar tam diriltemez, tam düzgün yapamaz gibi akıl dışı (Kuran’ın her şeye gücü yeten ve sınırsız kudret sahibi olarak tanıtılan Allah’ın vasıfları ile çelişen) kuruntulara kapılıyorlar. Hatta, organ bağışı yapan ve yapılmış iki kişinin amellerinin karışabileceği gibi düşünceler de yaygın.
Görüldüğü gibi, organ bağışının sakıncalı olduğunu düşündürten üç büyük sebep var.
    1-  Ölü beden acı çekecek, kabir hayatı diye bir şey var, ben de acı çekeceğim.
    2-  Allah tam diriltemeyebilir, ya eksik vücutlu diriltilirsem
    3-  Her hangi bir organım başkasına aktarılırsa, ya ahirette ikimizin amelleri karışırsa, onun günahı bana yazılırsa vs

Zaten öldüğümüzde organlar çürüyecek. Ayrıştırılacaklar toprağın altında, bakteriler tarafından. Bütün halinde kalmayacaklar, eriyip gidecekler. Bir nevi yok olacaklar, başka şeylere dönüşecekler. Kişi öldüğünde de aslında zaten bedeni organlarını bir şekilde kaybetmiş olacak.
Allah korusun, tamamen yanıp kül olan insanların, ya da haliyle zamanla toprağın altında sadece kemik yığını olarak kalan insanların aynen tekrar yaratılabileceğine, Allah’ın bunu yapabilecek güçte ve bilgide olduğuna iman etmiyor mu bu palavralara inanan insanlar? Zaten toprağın altına girdiğimizde, kalp, böbrek, bağırsak hepsi yok olacak, var olan hallerini kaybedip, ayrışıp, dağılacaklar, içindeki moleküler yapılar başka şeylere dönüşecek, başka maddelerin içinde yer edinecekler kendilerine.
Bizler zaten yoktuk, hiçtik, Allah bizi sınırsız bilgisi ile yarattı, şekle soktu. Allah’ın hafızasından mı şüphe ediyorsunuz? Tekrar aynı şekilde hem de tamamen yok olsak dahi, tekrar aynı seni aynı bilinçle yaratamayacağını mı düşünüyorsunuz?
Allah, ayetlerinde kendisinin hiçbir şeyi unutmadığını, sınırsız bilgisinin olduğunu, her türlü yaratmayı bildiğini, her şeyi yoktan yaratabilecek güçte olduğunu, parmak uçlarındaki parmak izini (kişisel imza) bile bir araya getirebileceğini bildiriyor.
Haşa, bu kuruntulara kapılanlara bari rahatlayacakları bir sebep sunayım: Bu kadar kuruntu duyuyorsanız, bilimden de haberiniz yok anlaşılan, DNA bilginiz zaten her hücrenizde kayıtlı. İlle de kolunuzun kopmasına, böbreğinizin çıkmasına gerek yok, sizin biyolojik bilgilerinizin korunamaması için. Bütün organlarınız alınsa bile, DNA bilginize ulaşılabilmesi mümkün. Haşa, Allah’ın tekrar sizi yaratamaması için, DNA haritanızın kaybolmasının bir neden olabileceğini mi düşünüyorsunuz? Allah’ın sizi hatırlayıp, aynı sizi yaratması için DNA haritanızı herhangi bir parçanızdan okumaya ihtiyacı mı var?

De ki: “onlara hayatı verecek olan, onları ilk kez yaratandır. O, her türlü yaratmayı çok iyi bilmektedir.” (Yasin Suresi, 79.ayet)
Kuran’da defalarca kez, Allah’ın bizi tekrar diriltileceği bildiriliyor, hem de haşa şaşma olmadan.
Ne şekilde ölürsek ölelim, organlarımız karnımızdan çıksa da, yanıp küle dönsek de, toprağa gömülüp sadece kemik yığını olarak toprağın altında kalsak da, Allah emredip bütün insanlar birden bire yok da olsa; Allah bizi diriltmek istediğinde tekrar herkesi şaşmadan yaratabilecek güçtedir. Bunların hepsini ayetlerden algılayabilmek mümkün.
Zaten, Allah bizleri tekrar dirilteceğini söylüyorsa, konu kapanmıştır. Biz ne yaparsak yapalım, tekrar dirilteceğini zaten bildirmiş. Allah’ın vaadi şaşmayacağına göre, Allah tüm zamanların hakimi olduğuna göre, Allah yalan mı bildirecek haşa? Aksini iddia etmek, şüphe duymak, küfre sapmaktan başka bir şey değil.
Varlığında şüphe bulunmayan bir günde insanları mutlaka Sen toplayacaksın. Gerçekten de Allah vaadinden dönmez.
(Ali İmran Suresi, 9.ayet)
Organ bağışı yaparsak, ya da kadavra olursak acı çekeceğimiz düşüncesi de oldukça mantıksız. Ölü beden toprağın altına girecek, zaten çürüyecek, acı çekeceğine inanan, bunlar olurken de acı çekeceğini neden düşünmüyor? O halde neden organlarını verme söz konusu olunca acı çekeceğim diye hayıflanıyor? Oysa, Kuran’a göre, öldükten sonra tekrar diriltilecek vakte kadar kimse acı-azap çekmeyecek. Kuran, insanların birden bire diriltileceklerini söylüyor. Hatta, ”kim kaldırdı bizi yerimizden?”şeklinde, şaşkınlık duyacak insanlar, kendilerini uykudan uyanmış gibi hissedecekler, dünya hayatını da sanki bir rüyaymış gibi algılayacaklar. Ecel gelip canımız alındığında, tekrar ahirette dirileceğimiz ana dek, (ölüm ve tekrar diriltilme arasında) herhangi ayrı biz azap ve ya ödül durumumuz yok. Allah, bazı insanlara özel olarak ceza vermeyi ve ya ödül vermeyi uygun görmüş evet, ama onlara da bunu, Kuran ayetlerine göre, kabirde değil, bizzat cennet ve cehennem denilen, Ahiret yurdunda yapıyor. Mesela, şehitler Kuran’a göre şuanda cennetteler, firavunsa cehennemde şuan azap çekmekte.
Konu kabir azabına gelince, kabir azabının olmadığına dair ayeti verelim:
      Sûra üfürülmüştür! Bak, işte kabirlerden, Rablerine doğru akın akın gidiyorlar. Şöyle diyecekler: “Vay başımıza gelene! Kim kaldırdı bizi mezarımızdan? Rahman’ın vaat ettiği işte bu! Peygamberler doğru söylemişler.”
(Yasin Suresi 51. ve 52.ayetler)
Ayette de görüldüğü üzere, ölüler birden diriliyorlar, yani öldükten sonra diriltilene dek belli ki kendilerinde değiller ki şaşırıyorlar, ne oldu bize diyorlar, gerçekten ahiret diye bir şey varmış diyorlar… Halbuki kabirde ödül ve ya azap görseler, Ahiretin zaten gerçek olduğunu anlarlardı. Ölümden sonra insanın bedeni ölse bile, varlığının sürdüğüne şahit olarak, orada ödül veya azaplarla yüzleşerek Ahiretin varlığının, Allah’ın vaadinin gerçek olduğunu zaten anlamış olurlardı.
Bizi kemik yığını olduktan sonra mı diriltecek yani, tarzı sorular, inanmayan kimselerin sorduğu sorulardır. Bazı Müslümanların da çıkıp, benzer mantıkla, ”organlarımız alındıktan sonra bizi diriltebilecek öyle mi?” diye düşünmelerine, tam da kafirlerin mantığına benzer şekilde (yani bu kudreti bir İlah’ın gösteremeyebileceği düşüncesi ile) düşünmelerine hayret ediyorum.(Bkz: Muminun Suresi, 82.ayet Kıyame Suresi 3. ve 4.ayetler)
Organlarını bağış etmiş biriyle, organlarını bağış etmemiş birinin, toprağın altındaki halleri aynı, ikisi de son raddede kemik yığını oluyor. Organını bağış etmeyen kişi de kısa bir süre sonra o organlarını kaybediyor, belirttiğim gibi, toprağa karışıyor her şeyi, hatta döngülerle başka maddelere vermiş oluyor onları.
Hala aklınızı işletmiyor musunuz? (Yusuf Suresi, 109.ayet)
3.maddeye gelirsek, yani organ bağışı yapılınca başka insanlarla amellerimizin karışabileceği korkusuna…
Allah, O gün geldiğinde, kimseye zerre kadar haksızlık edilmeyeceğini söylerken (Bkz: Enbiya Suresi 47.ayet), başkasının günahının yanlışlıkla bize yazılabileceğini düşünmek, hangi mantığın hangi imanın eseridir? Günahı işleyen insanın benliğidir, bilinçsiz yapıları değil… İnsanın benliği, Allah katında bellidir, gözümüzün yerine başkasının gözü nakledildiğinde, gözümüzle yaptığımız günahlar, organın üzerine değil “kişinin benliği üzerine yazılıyor”. Yani, o organı kullanan benliğe… Durum bu kadar açıkken, nedir bu İslam’ı uydurukçu hocaların beyin süzgecinden geçirerek yaftalamak? İşte tüm bu mantıksızlıkların, aslında temelde iman eksikliklerinin sebebi, Kuran’ı bilmemek, Kuran’dan habersiz olmak… Anlayarak Kuran okusalar, belki Allah’ın yardımı ile düzelecekler.

Kuran’ı genel anlamda idrak ettiğimizde, organ bağışının değil sakıncalı/yasak bir eylem olmasını geçtim, tam tersine başka insanlara hayat verecek olması açısından da hayra yönelik çok güzel bir vasiyet olacaktır. Ayrıca, organların verildiği kişinin kim olduğu hakkında da kafa yorup üzülmeye gerek yok. Tabi ki insan önce, başkalarına iyiliği dokunacak iyi birisinin yaşamasına vesile olmak ister, ama yok yere kuruntularla kendimizi üzmek de yersiz olacaktır. İyi bir insan, biz ona organlarımızı bağışladıktan sonra sapabilir, kötü bir insan da tövbe edip halini düzeltebilir. Kişilerin ne olacağını biz bilemeyiz. Allah, bu konuda da gönlümüze su serpmiş ve bize karşı savaş açmayan her kişiye/topluluğa iyilikte bulunma hakkı tanımıştır.

Allah Var blogu ile ortak sitemizden de yazılarımı okuyabilirsiniz.
http://www.allahateslim.com/

12 Mayıs 2016 Perşembe

Hem İlim Sahibi Hem Takva Sahibi Olmak...

Allah; O’nun buyruklarına göre hareket etmemizi, ibadetimizden ahlakımıza her şeyi mümine yakışır bir bilinçle gerçekleştirmemizi istiyor. Hayatın mutlak amacını çözen kişiler olarak, imtihan amacına uygun hareket etmemiz gerekli. Bu gereklilikleri takva sahibi olmak başlığında toplayabiliriz.
Bunları yapmamız için en temel görevlerimiz; araştıran, sorgulayan, düşünen, Kuran’ı araştıran, yerin ve göğün yaratılışını düşünen (Bkz: Ali İmran Suresi 191.ayet) insanlar olmamız. Tüm bunları da ilim sahibi olmak başlığında toplayabiliriz. İlim sahibi olan bir insan ise, edindiği bilgileri başkalarına iletmeyi isteyecek, iyiyi ve doğruyu öğütleyen bir birey olacaktır.
Böyle iki ayrı başlık yapma sebebim şu: Kuran’ı araştırmak yani ilim sahibi olmak kadar, Kuran’ın bizzat kendisini uygulayabilen, her emrine sadık kalabilen insanlar olmamız gerektiği. Allah, bize taşıyamayacağımız bir şey yüklemeyeceğini bildirdiğine göre, her emre sadık kalabileceğimiz kanaatindeyim. (Bkz: Bakara Suresi, 286.ayet)
Sadece iyiliği öğütleyerek, iyiliği sözleri ile dışa vuran bir insan değil; hem iyiliği öğütleyen hem de gerçekten iyiliğin peşinden giden insanlar olmamızı istiyor Allah.
Kuran’ı okudukça fark ettim ki, ilim sahibi olmakla, takva sahibi olmak aynı anlama gelmiyor. Bir insan gerçekten din konusunda bilgili olabilir, bu bilgileri de insanlara aktarabilir. Özel hayatında ise Allah yolunda gerçekten ne kadar sakındığını, içsel dünyasında Allah’a karşı ne kadar samimi ve günahları sevimsiz bulmak konusunda ne kadar başarılı olduğunu Allah bilir.
Bir şeyin yapılmamasını gerektiğini söylemek kolaydır, önemli olan onu yapmamaktır. Pek çok insan, ikiyüzlülük, yalancılık, zina, haram yeme, para çarpma, dedikodu, çekiştirme, art niyet çok kötüdür diyebilir; ama benliğine baktığımızda aslında kendisinin çokta güvenilir bir insan olmadığına kanaat getiririz. Komedi gösterilerine dek klişe halini almış bir cümlede olduğu gibi: bazıları “dedikodu da sevmem ama…” ile söze başlar, insanları arkasından bilip bilmeden çekiştirir. Sabahtan akşama kadar namustan bahsederler, kendileri dışarıda namussuzun önde gidenidir. Hırsızlara lanet yağdırırlar ama yeri geldiğinde de faiz yemekten geri durmazlar. Faiz yemeyeni de aptal olarak nitelendirirler. Faizin hırsızlıktan farksız olduğunu anlamazlar.
İnsanların büyük çoğunluğu aslında zaten Allah’ın vahyi ile alakasız yaşayan, Allah’a karşı pek de muhatap içerisinde olmayan kişiler. “mümin olarak bu örneklerin benimle ilgisi yok” deyip, kendilerine bu keskin örnekleri yakıştıramayanlar olabilir. Hayatımıza bakacak olursak, vahiyle çelişen bazı davranışlar bulmamız muhtemeldir.
Bir tanıdığım var ki, kendisi anlayarak Kuran okumuş. Dinen yanlış bilinen pek çok şeyin doğrusunu biliyor. Allah’a inanıyor. Özel hayatında ise, kumar alışkanlığından içkiye rahatça takılıyor, yalnızca dünyanın dış görünüşü peşinde oyalanıp, namaz ibadetini yerine getirmiyor.
Allah ise; ne öyle ne böyle değil, hem bilgili hem de O’nun öğretilerini uygulayan kullar olmamızı istiyor. Kulluk hem ilim sahibi olmak hem takva sahibi olmak konusunda bütünlüğü gerektiriyor.
Felsefeden bilime, mimariden, sanata pek çok konuda donanımlı insanlarla dolu etrafımız. Pek çok kişi sırtına sayısız bilgiyi yüklese de varlık amacını bir türlü çözememiş, en temel bilgiyi ve sorgulamayı gerçekleştirememiş olabiliyor. En başta yüklenmesi gereken kitabın, Tek Tanrı’dan gelen Kur’an’ı Kerimolduğunu, insanın en başta varlık amacını çözmüş olması gerektiğini anlayamıyor. Diğer tüm bilgilerin ise bu amacın yolunda kendisini zihnen geliştiren bilgiler olduğunu fark edenler az.
Günümüzde bazı konularda gayet hoş tespitlerde bulunan insanlarla karşılaşabiliyoruz, ama varlık amaçlarını çözemedikleri, vahyin öğretilerini zihinlerine ve kalplerine yüklemedikleri müddetçe aslında gerçekten ilim sahibi olamamışoluyorlar.
Vahiyden habersiz olup bir sürü konu hakkında detaylı bilgi edinen ya da Vahyi bilmesine rağmen hayatına geçirmeyen kişilere yönelik okumamız gerekli bir ayet var. Yahudilerden bahseden ama herkese ibret olacak şu ayet ile muhataplar:
Sırtlarına Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumuna benzer. Allah’ın ayetlerini yalanlayan topluluğun vücut verdiği örnek ne kötüdür! Allah, zulme sapmış bir topluluğu doğruya ve güzele ulaştırmaz. (Cuma Suresi 5.ayet)
Bir insan din hakkında onlarca kitap yazabilir, televizyona çıkabilir. Bu yüzden şöhret sahibi olabilir. İnsanlara iyi olanı söyleyen, Kuran’ı okuyup araştıran bir insan olabilir. Bunlar; Allah katında kimin önde olduğuna dair tek kriter değildir. Çok önemli olan bir nokta vardır ki, o da okunanları uygulamak, Allah’a karşı samimi olmak, ayetleri içselleştirebilmiş bir kul olabilmektir. Bizden daha az bilgi sahibi biri, bazı konularda, bizden daha takvalı davranabilir. Tabi, önemli olan hem ilim sahibi hem de takva sahibi olabilmektir. Kuran’da bu gerçek İsrailoğulları üzerinden, şu şekilde örneklendirilmiştir:
İnsanlara hayırda erginliği emredip de öz benliklerinizi unutuyor musunuz? Üstelik de Kitap’ı okuyup durmaktasınız. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız? (Bakara Suresi, 44.ayet)
Bu yüzden, yalnızca iyiliği öğütleyen, Kitap’ı okuyup duran, araştıran insanlar olmamız değil, bunlarla birlikte kendi nefsine hakim olan, kendi benliğini takva ile geliştirmiş, ayetleri içselleştirmiş kullar olmamız gerekiyor.
Bir insanın hoca diye adlandırılmasından ötürü, takva konusunda herkesin önünde olmadığını; her insanın kalbini, aklını, samimiyetini, takvasını en iyi Allah’ın bildiğini unutmamalıyız.
Kuran’a göre herkesin elinde olan imkanlar ölçüsünde Allah yolunda sınandığını unutmamalıyız. Kimseyi en takvalı ilan etmememiz gerekiyor. İçten içe de, bir tek kendimizin en mümin olduğunu düşünmememiz gerekiyor. Belki de hiç ummadık kişiler, bizden daha mümindir.
Takvasını örnek almamız için illa bir insanın din hocası diye adlandırılması gerekmediğini bilmemiz, bunun için de önce kendi aklımızı ve kalbimizi geliştirmemiz gerekiyor.
Kendi yolundan kimin saptığını en iyi senin Rabbin bilir. Hidayete ermiş olanları en iyi bilen de O’dur. (Enam Suresi, 117.ayet)

11 Mayıs 2016 Çarşamba

Cennet Eşyaları

Allah, müminleri vahyi aracılığı ile takva yolunda ilerlemeye sevk ederken, bir yandan da helal arzularımıza yönelik ayetler bildirir. Dünyamızda bizim için yarattığı gıdalar, eşimiz, vücudumuzun işleyişi, gece ve gündüzün birbirini takip ediyor oluşu, bizim için yağmuru indirmesi, balı yaratması, şifa ulaştırması gibi sayısız örneklerinden bazılarını ayetlerinde bildirerek bizi düşünmeye sevk eder.

Kulunun en doğal arzularını yaratan Allah’tır. O arzuları en kaliteli ve bizi en mutlu edecek şekilde yaşamamız içinse bunları helal bir dairede tatmamızı buyurur. Bu arzulardan biri de sonsuzlaşma arzusu ve her şeyin tam olduğu bir hayatı yaşama isteğidir. Tamamen mutluluğun, huzurun, barışın, sevginin, Allah’a şükür duygusunun yer aldığı; bütün dünyevi sıkıntılardan, ezadan, hastalıktan, uğraşılması insana sıkıntı verebilecek en ufak bir işten tamamen uzak bir hayatı kim yaşamak istemez ki?

Müminler, hayatı Allah’ın buyruklarına göre yaşar. Ahiret arzusu yaşamlarında hissedilir.

Şu hayatta dünyevi bir şeylerden rahatsızlık duysam aklıma bazen cenneti getiririm. Oradaki hayatı arzularım. Bu bana büyük bir mutluluk, heyecan verir. Hepimizin hayatında en ufak bir dünyevi özellikten şikâyetçi olma durumu yaşanır aslında dışarıya adım atar atmaz, bazen havanın aşırı soğuk olmasından ötürü titremem, aşırı sıcaktan bunalmam sonucu cennet havası şart derim. Bunu söylemeyi de, fani en yakınımdan öğrendim.

Cennette her şey, orada olduğumuzda beğenimize ve memnuniyetimize hitap edecek. Bizi mutlu edecek, her şey tam istediğimiz gibi olacak. Tabi ki cenneti de yaratan Allah ve bizim için orada yarattığı hayat nasıl olacaksa, o inşa edecek, oraya gitmeyi başarırsak, Allah’ın yarattığı her şeyden hoşnutluk duyarak yaşamımızı sürdüreceğiz.

Hayatın kısa bir süre sonra biteceğini ve esas yaşamın ahirette olduğunu hatırlamak, bir mümine dünyevi koşullar zorlayıcı gelip sıkıntı verdiğinde iyi gelebilir. Allah, Kuran’da bize cennet tasvirleri bildirerek, aslında bir nevi bizi ahiret hayatına karşı ümitli kılar, geleceğimiz konusunda motive olmamızı sağlar.

Bu dünyada en ufak bir şey bile bazen bizim istediğimiz gibi olmuyor ve bu bize bazen sıkıntı verebiliyor. Pantolonumuzun beli tam olmuyor, saçımızı kestiriyoruz tam istediğimiz gibi olmuyor, ayakkabı bakıyoruz görünüşünü çok beğeniyoruz ama rahatsız ediyor. Ev tutarız, bir yerinde içimize sinmeyen ya da beklentimize tam uymayan bir özellikle karşılaşırız.

Bunlar ufak şeyler tabi ki, kafaya takılmaması gereken şeyler olmalı aslında. Yoksa sürekli bir şeylerden mutsuz oluruz. Onun yerine, şükretmek için ne kadar çok sebebimiz olduğunu düşünmeliyiz.

Kuran’da cennet hakkında her detay verilmediği gibi, oradaki ipek giysilerden, gümüş bileziklerden bahsediliyor.

Üzerlerinde yeşil ince ipeklerle, kalın ipeklerden giysiler vardır. Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir. Ve Rableri onlara tertemiz bir içki ikram etmiştir. (İnsan Suresi, 21.ayet)

Orada şaraptan, baldan, sütten, tadı bozulmayan sudan nehirler olduğu bildiriliyor. Sadece sakınanlara vaad ediliyor.

Sakınanlara vaat olunan cennetin durumu şöyledir: Orada, bozulmayan sudan ırmaklar; tadı bozulmayan sütten nehirler, içenlere lezzet sunan bir şaraptan nehirler, süzme bir baldan oluşan nehirler var. Ve orada kendileri için her türlü meyvenin yanında, Rablerinden bir de bağışlanma var. Bu nimetler içindekiyle, uzun süre ateşte kalıp da içirildiği sıcak su tarafından bağırsakları parçalanan kimse aynı olur mu?
(Muhammed Suresi, 15.ayet)

Bu ayetteki şarap, niyeyse çok eleştiriliyor. Şarap bu dünyada haram kılındığı için yasak. Haramı da helali de her iki dünya için Allah belirliyor. Dilediğini bizim için uygun bulur, en doğrusunu Rabbim bilir.

Ahlak, Allah’ın yasası kabul edilmediği müddetçe, kişiden kişiye değişen, belirsiz bir kavram olmaya mahkumdur. Biz, Allah neye izin veriyorsa, onun peşinden gidiyoruz. Belirli bir ahlaka uyarak da en tutarlı tavrı biz gösteriyoruz. Orada bahsedilen şarabın, dünyadakine özellikleri ne kadar benzer bilmiyoruz. Lakin, cennetin yorgunluk bıkkınlık duyulmayan bir yer olduğunu, oradaki içeceklerin bu dünyadaki alkoller gibi olumsuz etkiler yaratmayacağı açık. Kaynar su içmeyi kendilerine yakıştıramayan ateistler, inkar üzerine ölürseniz, size vaad edilen işte ayette buyrulandır. Secdeye de kendinizi yakıştırmıyorsunuz cehenneme de. Dünyaya gelirken, Allah size sormadı, cehenneme atarken de sormasını beklemeyin. Kibri bırakıp, Rabbinize secde edin. Cehenneme değil de, cennete gidenler varken, siz de kendinize orayı yakıştırıp ona uygun bir benlik inşa edin, belki akleder de iman edersiniz.

Belimizi sıkan bir kemer, “alışverişte aradığımı bulamadım” durumları bile cennet hakkında Kuran’da verilen çok ince detayları düşünmemiz için bir vesile olabilir. Şu ayette bahsedilen örnek gibi:

Kristal gümüşten kadehler ki, tam diledikleri ölçüde belirlemişlerdir onları.
(İnsan Suresi, 16.ayet)

Bu dünyada gelip geçici, toprak olacak, bizi kurtarmayacak mallar uğruna heba olmaktansa, asla bitmeyecek hayatımızda, gelip geçici olmayan nimetler için çalışalım derim. Tabi ki önce Allah rızasını arzulayan kullar olarak:

Allah, mümin erkeklerle mümin kadınlara, altından ırmaklar akan cennetler vaat etmiştir. Sürekli kalacaklardır orada. Adn cennetlerinde de tertemiz barınaklar vaat etmiştir. Allah'ın bir hoşnutluğu ise hepsinden büyüktür. İşte budur o büyük kurtuluş. 
(Tevbe Suresi, 72.ayet)



Allah Var blogu ile ortak sitemizden de yazılarımı okuyabilirsiniz:





Allah, İbadetlerimize Muhtaç mı? Aracısız ve Anlayarak İbadet Etmek, Nasıl Dua Etmeliyiz?

Sanılanın aksine, namaz ibadeti ya da dualar anlaşılmadan bilinmeden yapılamaz. Anlayarak, ne söylendiğinin farkında olarak yapıldığında Allah’ın emrine uygun olarak gerçekleştirilmiş olur.
Bu gerçeğe dayanarak ve Adem Peygamberden beri bütün peygamberlerin farklı dillerde namaz kılıp dua ettiği gerçeği göz önünde bulundurularak, Arapça namaz kılıp dua etmek gibi tek bir emir bile olmadığından; kişinin anladığı dil ne ise o dilde Allah’a yakarması en yerinde ibadet olacaktır.
Ey iman edenler! Sarhoşken, ne söylediğinizi bilinceye kadar, cinsel birliktelikten sonra -yolculuk halinde olmanız müstesna- yıkanıncaya kadar namaza yaklaşmayın. (Nisa Suresi, 43.ayet)
Bu ayeti okuyan bir Müslümanın, en önce dikkat etmesi gerektiği husus, namazda ne söylendiğinin biliniyor olması gerektiğidir. Görüldüğü üzere, Allah ayetin ilk girişinde, sarhoşluk günahına sapanlara ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın buyuruyor. Demek ki, namaz ibadeti için Allah’ın, biz müminlerden isteği en başta ne söylediğimizi biliyorolmak.
(Dipnot: Namaz ibadeti, kıyam-ruku-secde hareketlerini içeren bir ibadettir. Bu ibadet bildirildiğinden beri “kalkmak, oturmak, yürümek” denince akla hangi fiiller geliyorsa, secde denince de, insanların aklına açıkça secde etmek fiili geliyordu. Namazın anlatımında, Kuran’a bakarak resimli bir açıklama aramak saçma olacaktır, hareketlerin ne olduğu apaçıktır.)
Araf Suresi 180.ayette, kendisine isimleri ile dua etmemizi buyuruyor. Örneğin, ben, güneş batmadan önceki vakit tespih vakti (Allah’ı övme) olarak belirtildiğinden, Allah’ı bu vakitte bildiğim tüm isimlerini anarak dua ediyorum.
Namaz, Allah’ı yücelttiğimiz, dualarımızla ona yöneldiğimiz atlanamayacak bir ibadettir. Allah dualarımızda içtenlikle, samimiyetle, gönülden kendisine yönelmemizi buyuruyor. Dolayısıyla namazımızda da…
Rabbinize, yalvararak, gizlice dua edin. O, muhakkak ki, taşkınlık edenleri sevmez. (Araf Suresi, 55.ayet)
Ürpererek ve ümit ederek dua edin O’na. Hiç kuşkusuz, Allah’ın rahmeti, güzel düşünüp güzel iş yapanlara çok yakındır.
(Araf Suresi, 56.ayet)
Rabbini, kendi kendine yalvarıp ürpererek, sessizce sabah-akşam zikret. Sakın gafillerden olma!
(Araf Suresi, 205.ayet)
Allah, görüldüğü üzere, onunla baş başa olduğumuzun bilinci ile, yalvarmanın gerektirdiği bir şekilde, sığınma duygusunu hissederek dua etmemizi buyuruyor.
Allah, ayetlerinde ne kadar cömert olduğundan, zenginliğinin ve kudretinin sınırsız olduğundan bahsediyor. Allah bizim emir erimiz değil, bu dünyaya gelirken, bizi yaratırken, bize sormadığı gibi; isteklerimizin ne yönde kabul edilmesi, bize nasıl bir hayat yaşatılması gerektiğini de en iyi O bilir. Bazı dualarımızı kabul etmeyebilir, ama bize düşen, elimizden geldiğince, sabrederek, aklımıza ne geliyorsa her şey için şükretmektir. Çekinmeden Allah’a, mümine yakışır şekilde, doğruluğu gözeterek, hayırlı olanı isteyerek, ufak büyük konu demeden dua etmektir. Bahçe sahipleri kıssasında olduğu gibi, iflas etmiş insanlar, tövbe etmiş, kaybettiklerinden daha iyisini istemişlerdir. İstemek, yüzsüzlük değildir. Önemli olan isteklerimizi, Allah’ın gösterdiği takvayı yaşayarak dilemektir. (Konu ile ilgili bkz: Kalem Suresi 17 ve 31.ayetler arası)
Allah’ın bizi umursaması, kale alması, bize cömertliğini, iyiliğini, merhametini; bize değer vererek, bizi önemli kılarak göstermesinin ancak ona yönelmemiz halinde olacağını da şu önemli ayetle bildiriyor.
Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?
(Furkan Suresi, 77.ayet)
Bu dünyada, kendisini umursamayanlara da nimetler sunduğunu ancak bunların imtihan gereği olarak, onlar düşünsünler, belki şükrederler, kendilerini düzeltirler mantığına dayanarak, uyarı mahiyetinde sunuyor. Ahirette ise, tüm güzel nimetleri yalnızca Allah’a yönelmiş, hayatını Allah’ın istediği şekilde yaşamış, heva heveslerinin peşinde gitmemiş, kalbini arındırmış insanlara sunacaktır. Geçici olmayacak bu nimetleri kazanmanın tek yolu da, bu dünyada O’na yönelip, yakaranlardan, O’nu ananlardan olmaktan geçiyor. Ayette de görüldüğü üzere…
Başımıza, kötü olarak gözüken bir durum gelebilir, hoşumuza gitmeyebilir, ama aslında onda bir hayır vardır. Tam tersi, sevineceğimiz bir durum yaşanabilir ama aslında onda bizim için kötülük vardır. Biz bilemeyiz, bu yüzden yaşadığımız her olayda, kabul olunup olunmayan her duamızda, tam anlamıyla, Allah’ın bilgisine güvenip, Allah’a teslim olmalıyız.
(Konu ile ilgili bkz: Bakara Suresi 216.ayet ve çocuklarını kaybeden bir aile hakkında aslında ileride bu durumun onlar için daha hayırlı olacağının bildirildiği örneğinden yola çıkılarak Musa Peygamber hakkındaki kıssa da okunabilir Kehf Suresi 60 ve 81.ayetler arası)
Kuran’a göre gerçek müminler, sadece dünyevi konfor ve dünyevi hedeflerini düşünerek değil; hem dünyada güzel/hayırlı bir yaşamı arzulayarak, hem de esas yurdun ahiret olduğunu bildiklerinden, ahirette en iyisini isteyerek dua ederler.
İnsanlardan bazısı şöyle der: “Ey Rabbimiz, bize dünyada ver!” Böylesi için âhirette bir nasip yoktur. Onlardan kimi de şöyle yakarır: “Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver! Ve bizi ateş azabından koru!” İşte böyle diyenlere kazandıklarından bir nasip vardır. Allah, hesabı çok çabuk görür. (Bakara Suresi, 200-202. Ayetler) 
Kısa bir süre sonra bu dünya hayatımız bitecek, sonsuzluğun yanında şurada yaşadığımız ömür değersiz kalıyor. Asıl yurdumuz ahiret. Bu yüzden, bu dünyadaki hiçbir şeyi ahiretteki yerimizden daha önemli göremeyiz. Dünyevi sorunlar can sıkabilir, ama asla Allah yolunda olan huzuru, ahiret gibi büyük bir ümidi, yaşam amacının Allah için yaşamak olduğunu bilen biri için, pek çok mutlu olunacak sebepleri bozamaz.
Kuran’a göre, dua ve isteklerimizi yalnızca Allah’a bildirmeliyiz. Aracısız bir biçimde, sadece O’na yönelmeliyiz. Peygamber bile olsa, Ey yetiş Muhammed (haşa) gibi çağrılar, şirke girer. Sıkıntıda, ferahlıkta yalnızca yardıma davet edilen Allah olmalıdır. Kuran’a göre yol gösterici, yardımcı yalnızca Allah’tır. Yol göstericiliğini de vahyi aracılığı ile yapar. Vahyi insanlara iletmeleri yani elçilik vazifeleri yapmaları, vahyi başarılı bir şekilde uygulamaları yönünden de; Peygamberlerden başka önderlik vasfını taşıyabilecek özel bir zümre yoktur. Din öğreticisi adı altında kimse şeyhliğe, din adamlığına soyunamaz. Ölmüş kimselerin ruhundan yardım dilemek, onlardan şefaat ummak yalnızca hayaldir, bunları yapanlarında bu hayalleri, hem dünyada hem ahirette sukuta uğrayacaktır. Kuran’a göre, Allah’tan başkası çağrıya cevap veremez. Allah’tan başkası da şefaat edemez. Kuran’a göre, Peygamberin şefaati, ümmetinden Kuran’ı terk etmelerinden ötürü şikayet etme yönünde olacaktır. (Peygamberin ahiretteki şikayeti için bkz: Furkan Suresi 30.ayet). Peygamberler de vahyi tebliğ etme görevleri, vahye uyma konusunda çok büyük örnekler oldukları için önemlidirler. Yoksa, ne bizi doğruya iletme, ne de bizlere ne yapılacağına karar verme yönünde yetkileri yoktur.
Gerçek dua yalnız O’na yapılandır. O’NUN DIŞINDA YALVARIP DAVET ETTİKLERİ İSE ONLARA HİÇBİR ŞEKİLDE CEVAP VEREMEZLER (Rad Suresi, 14.ayet) 
Rad Suresi 14.ayette de görüldüğü gibi, Allah dışında Peygamberi çağırmaya kalksak o da cevap veremez. Allah dışında kimse çağrımıza cevap veremez. Net!
Fatiha Suresinde de belirtildiği gibi, müminler yalnızca Allah’tan yardım ister.
Yalnız senden yardım isteriz! (Fatiha Suresi, 5.ayet)
Ölmüşlerin ruhu ise, bizim için hiçbir şey yapamazlar. Bizi işitemezler, yardım da edemezler.
Diriler de eşit olmaz, ölüler de. Allah dilediğine işittirir. Ama sen, kabirlerdekilere işittiremezsin! (Fatır Suresi, 22.ayet)
Her zaman, küfre sapanlardan fitnelik gelebileceği gibi, bu ayete bile bakıp, Allah dilediğine işittirir buyuruyor, demek ki isterse işittirir, diyen de çıkar… Allah bazı şeyleri her şeye gücünün yetebileceğini anlamamız için bildiriyor. Dilerse işittirir evet ama ölülerin asla işitmeyeceğini ve bunun da gene O böyle uygun gördüğü için olduğunu buyuruyor!
Peygamberler dışında, şuanda bile bazı müminler, ancak bize verdikleri güzel öğütler ve takvalarının hoşumuza gitmelerinden ötürü, bizlere örnek olabilirler. Bazı insanlarsa, şeyh/hoca adlarını verdikleri şahısları kutsal önderleri edinip, en doğrusunu şeyhim bilir, şeyhimin kerametleri çoktur tarzında takılıyorlar. Hatta, tek bir hocaya takılıp kalmak, onun söylediği her şeyi en doğrusu olarak bulmak, aklını çalıştırmama yönünde benzer bir hatadır. Bazen, gerçekten doğru konuşan hocalar olabilir ama onlarda bazı konularda yanılabilirler. Yanılmayan bir tek Allah’tır, ayetler herkesin anlaması için açıktır. Ayetler açık, dileyen aklını çalıştırır.
Özetle, Allah’ın bizden dualarımızı ederken, namazlarımızı kılarken istedikleri şunlar:
1.   Bilinçli bir halde ibadet etmemiz. Şuursuzca değil, ne dediğimizin farkında olarak, yani ANLAYARAK.
2.   Samimi ve içtenlikle.
3.   Yalnızca Allah’a yönelerek, yalnızca Allah’tan isteyerek, yalnızca Allah’ı çağırarak.
4.   Hem dünyamız için hayırlı olanı hem de ahireti kazanmak için, her iki yaşamımızı da gözeterek.
Unutmamalıyız ki, biz ibadetimizi ALLAH İÇİN yapıyoruz. Bunu söylediğimizde, haşa, Allah’ın bizim ibadetimize muhtaç olduğu, biz tarafından yüceltilmeye, bizim yardım dilememize ihtiyaç duyduğu gibi bir anlam çıkıyor… Hayır, Allah zaten, sadece kendisini her an övüp duran kullar yaratabilir. Tam tersine, görüldüğü üzere kendisini inkar eden, kendisine kafa tutan, çaba gösterirse de iman etmeyi bulabilecek, irade sahibi kullar yaratıyor. Allah melekleri yaratmış, zaten onlar kendisini övüp duruyor, isterse başkalarını da yaratır, lakin böyle yapmıyor.
En başta, Kuran’a baktığımızda anlıyoruz ki hem bu dünyada rahat yaşamamızın anahtarı, hem ahiret güzelliğine ulaşma anahtarı O’na kulluk etmekten geçiyor. Dünya’da hazzı, iç huzuru, tatmini, konforu en üst seviyede ve sürekli sağlayabilecek olan tek şey O’na kulluk etmek. Bu anahtar, kulluğumuzu da ibadetlerimizle göstermekten geçiyor. Bu açıdan bakıldığında, namaza da duaya da muhtaçlık duyan yalnızca biziz, Allah değil. İç daralmalarından kurtaran, dinginleştiren, var olmayı sevdiren, kötü duygu ve düşüncelerden bizi arındıran şey ibadetlerimizdir. Namazın, kötülüklerden alıkoyduğuna dair ayetin bildirilmiş olması işte tam da bu noktaya dikkat çekiyor. (Bkz: Ankebut Suresi, 45.ayet)
Allah’ın üzerimize yerleştirdiği vasfımızı düşünürsek…Kulluk etme ihtiyacı duyuyor olmamıza esas olarak, fıtratımıza işlenmiş iyiyi ve kötüyü seçebilme hürriyeti ile orantılı olarak, vahye uyduğumuzda gerçek tatmini/huzuru/konforu yaşayacağımız gerçeğine uygun olarak; namaza ve duaya muhtaç olan bizleriz. Fıtratımızı en doğru ve en güzel olarak yaşayabilmemizin yolu bu.
Allah’ı anmakla tatmin olacak biziz, Allah değil, bu yüzden muhtaç olan da biziz, Allah ise buna zerre kadar muhtaç değil…
Tüm bu bahsi geçen gerçekler de şu ayetlerle, Kuran’da özetlenmiştir zaten:
Kim çaba gösterirse, kendisi için çaba göstermiş olur. Allah kimseye muhtaç değildir. (Ankebut Suresi, 6.ayet)
Kalpler ancak Allah’ı anmakla tatmin bulur. (Rad Suresi, 28.ayet)

Şu yazıları da okuyabilirsiniz: 

Sadece dünyayı istersek Ahirette nasibimiz olmaz
http://allahvar.blogspot.com.tr/2012/09/ahiret-icin-dua-ediyor-muyuz.html

Kuran'a göre Allah'ı anmamız gereken durumlar
http://evrendepinar.blogspot.com.tr/2015/08/bu-emirlerin-kuranda-gectigini-kac-kisi.html

Kur'an'da geçen tespih ibadeti:
http://allahvar.blogspot.com.tr/2012/04/namaz-harici-tespih-allah-anma-ovme.html